Çalışmak
ve çalışkanlık konusunda kendimle ilgili algım yıllar içinde
çok değişti. Kendimi çok zeki hissettiğim dönemler de oldu
aşırı derecede anlayışı kıt olduğumu düşündüğüm
zamanlar da. Zeki olmanın ya da yetenekli olmanın çalışmak ve
ilerlemek ile ilgisi olmadığını da oyunculuk eğitimi verdiğim
zamanlarda anladım.
Bu
yazı, nasıl çalışacağını bir türlü bulamamış, bu zamana
kadar hasbelkader “çalışkan” olmuş bir insanın öyküsüdür.
Canım
arkadaşım Şeyda'nın evinde “Günlük Ritüeller- Büyük
Eserlerin Yaratıcıları Nasıl Çalışır?” kitabını gördüm,
okumak için ödünç aldım. Çünkü çalışmakla ilgili kendimi
bildim bileli sıkıntılarım vardır. Belki bir gün ben de büyük
bir eser yaratırım umuduyla okumaya başladım. İlk on sanatçıya
kadar her şey güzel gidiyordu. Sonra bunların çoğunun erkek
olduğunu farkedip - e hiç bir şeyle uğraşmıyorlar tabi oturup
çalışırlar- diye cinsiyetçi bir yargıda bulundum. Okumaya biraz
ara verdim. Sayfalarını yanlışlıkla ıslatınca da bir tane daha
sipariş ettim, Şeydacığıma yenisini verdim. Kitap elimde kalmış
oldu. Bu sayede aklıma her estiğinde iki üç büyük sanatçının
çalışma ritüelerini okumuş oldum. Az dozda yavaş yavaş alınca
kendimi sorgulayacak geniş vaktim oldu.
İlkokuldayken
çalışkan bir çocuktum, en azından bütün derslerim “5” ti.
Galiba ilkokuldayken herkesin dersleri “beş” ti. Ben bunu
kendime kıstas olarak kabul edip ortaokula geçtiğimde birden bire
karnemde “1” ler ve “2” ler görünce afalladım. Ortaokul
hayatım boyunca en yüksek derecem “Teşekkür” oldu. Liseye
geçtiğimde ise derslerle ve çalışmayla hiç bir alakam yoktu.
Orada da vasat bir öğrenciydim. Öğretmenlerim benim “zeki ama
çalışmıyor” öğrenci olduğumu düşünüyordu. Hatırladığım
-güzel- bir anı da annemin kuzenimi arayıp “Sen nasıl
çalışıyorsun bu kıza bir anlat” deyip telefonu elime
tutuşturmasıydı. Bende -nasıl çalışılacağını bilmiyorum-
hissi bence o zaman başladı.
Lisedeyken
ders çalışmaktan hoşlanmazdım, çünkü hangi bölümü
okuyacağımı bilmediğim için çalışmayı gereksiz bulurdum.
Konulara merakım da yoktu sanırım. Onun yerine en arka sırada
kulağımda walkman, kitap okurdum. “İnsanla ilgili bir iş yapmak
istiyorum ama ne yapacağımı bilmiyorum” derdim.
Üniversite'de
oyunculuk okumayı istediğim zaman gerçek anlamda çalıştım. Bir
yıl boyunca İzmir'de sahnelenen tüm oyunları izledim, onlarca
tiyatro oyunu okudum, her gün repliklerimi çalıştım,
tekerlemeler ezberledim, dans ettim. İlk aydınlanmamı da okula
girdiğimde yaşadım. Doğaçlama sınavından düşük not
almıştım, ev arkadaşım bana “çalışmıyorsun tabi ki kötü
alacaksın” dedi. O an, “aaa evet çalışmam gerekiyor” dedim
ve çalışmaya başladım. Notlarım da hep iyiydi. Yüksek Lisans
yaparken de çalışıyordum. Nasıl çalışılacağını anlamış
gibiydim.
Yine
de bir düzensizlik vardı. İstediğim verimi bir türlü elde
edemiyordum. Bir dönem deli gibi kapanıp çalışma isteği
geliyordu. Nedir bu çalışmalar; kitap okumak, araştırma yapmak,
hayal kurmak... sonra feci derecede sıkılıyor bir hafta boyunca
hiç bir şey yapmadan duvara bakmak istiyordum. Aradaki uzunca
tıkanık dönemini bu yazıda atlayacağım. O dönemi “tıkanmış
yaratıcılık” konulu konferansımı verirken anlatmak istiyorum
ve yakın döneme geçiyorum.
Çok
kitap okuyanlar hep şöyle der “işe gidiyorken daha çok
okuyorum, evde olduğumda okuyamıyorum, zaman bulamıyorum”. İşte
ondan oluyor bana da. Kış dönemi çok yoğun geçti. Masal
anlatımları, atölyeler, oyunlar, seyahatler, kurslar... Kendime
ayıracak zamanı zar zor buluyordum ama yine de tutturduğum bir
sistemim oluyordu. Daha fazla kitap okuyor, zamanımı daha verimli
geçiriyordum. Bir günde bir çok iş hallediyor, kendimi daha dinç
hissediyordum. Bu noktada tek sıkıntım birazcık daha boş
zamandı, sıkılmak için zaman. Yaz dönemine girdik, her şey
sakinleşti. Ben de oh dedim okumak, araştırmak, biriken işlerimi
yapmak için harika bir zaman. Yaz boyunca evde oturup çalışabilirim.
Harika geçecek, filmler, kitaplar, yazılar, resimler... Ben de o
“Büyük Eserlerin Yaratıcıları” gibi kendime harika bir rutin
oluşturacağım ve kim bilir ne büyük eserler yaratacağım.
İlk
üç gün muhteşemdi. Sabah erken kalktım, sabah sporumu ve
ardından göbek dansımı yaptım. Oturdum önce İngilizce çalıştım
-sınava gireceğim de- sonra bir roman okumaya başladım. İki saat
okuduktan sonra internetten araştırmalarımı yaptım. Bir tane
film izledim. Akşam oldu. Yürüyüşe çıktım. Dönünce masal
okumaya devam ettim. Gece bir film daha izledim. Sabah erken kalktım
sabah sporumu ve göbek dansımı yaptım, İngilizce çalıştım,
kitap okudum, internetten araştırmalarımı yaptım, masal okudum,
yürüyüş yaptım, film izledim. Sabah kalktım göbek dansımı
yapmadım, İngilizce çalışasım gelmedi biraz kitap okudum ve
çığlık attım.
Sıkılmıştım
ve sıkışmıştım. Sonraki günlerde dışarıda işlerim vardı,
şifalı masallar akşamımız vardı, gezi vardı derken çalışmaya
ara vermiş oldum. Öyle ara verdim ki bir sayfa kitap okumadım
bile.
Sonra
yine ev günleri başladı ama bir sıkıntı vardı. Kendi çalışma
prensibimi bir türlü anlamıyordum. Çalışmış olmak için
çalışmak bir işe yaramıyor, insanı bir açmaza sürüklüyor.
Bir eksiklik duygusuyla çalışmak daha da fena. Önce şunu farkettim: Bir işi bitirmek için çalışma, süreçten zevk
al. Tamam ama hala eksik olan bir şeyler vardı. Geceleri dualar
ettim, lütfen ben nasıl çalışıyorum anlayayım diye. Cevap dün
akşam geldi, taze taze de sizinle paylaşıyorum.
Dün
akşam feci halde bunalmış olarak yürüyordum, bir çıkış yolu
istiyorum haykırışları arasında. Birden aklıma kitap geldi. İyi
de dedim o insanlar sadece araştırma yapmıyor ki, yazar olanlar
yazıyor, ressamlar çiziyor, müzisyenler çalıyor... Sen nesin?
Anlatıcı. E yavrucum sen anlatmazsan olmaz ki. Kışın bu yüzden
iyi çalışıyorsun, zamanı düzenlemek ya da yoğunlukla bir
ilgisi yok. Okuduğunu, anladığını, farkettiğini paylaşıyorsun.
Paylaşınca da yer açılıyor ve daha çok araştırıyor, okuyor
ve öğreniyorsun. Sen tüm gününü kasayı doldurmakla geçirirsen
ve bunları boşaltmazsan onlar çürür be kuzucum. “E ne
yapacağım canım?” dedim - kendime- bak o içimdeki bilge
farkeden Sıla'ya da bir isim bulmam lazım- “Paylaş” dedi,
“Nasıl” dedim. “Yazarak.” (Burada lamba yanması ya da göğe
yükseliş sesi efekti)
Anladım,
gerçekten bu sefer anladım. Temel prensip doldurup boşaltmak. Her
ne yapıyorsan onunla boşaltmak. Kendi tarzınla, kendi doğanı
anlayarak. Konuşmadığımda, anlatmadığımda kendimi şapşallaşmış
hissediyorum, okuduğum hiç bir şeyi anlamıyorum. Konuşup
anlatamadığım zamanlarda da yazabileceğimi keşfettim. Yazmak ile
ilgili deneyimlerimi de bir sonraki yazıya saklayayım. Bence,
çalışma prensibimi buldum. Deneyip göreceğiz. Bu süreçte blog
hareketlenecek gibi. Şimdi bana müsaade birazcık çalışmam lazım, akşam da mutlaka birilerini yakalayıp konuşacağım:)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder