Masal anlatmak ve masal anlatıcılığı atölyesi düzenlemek için geçtiğimiz hafta Ankara’daydım. Ankara Devlet Tiyatrosu’nda Susan Hill’in yazdığı Stephan Mallatratt’ın oyunlaştırdığı Ayşe Hacımirzaoğlu’nun çevirisini yaptığı ve Mesut Turan’ın yönettiği Siyahlı Kadın’ı izleme şansı buldum.
Siyahlı Kadın 1983’de roman olarak yayınlanmış sonrasında da filme uyarlanmış. İlk defa korku alanında bir oyun izledim tiyatroda. Merakla ve korkuyla izledi oyunu seyirciler. Ben olsam seyirciyi daha çok korkuturdum diye düşünmeden edemedim.
Siyahlı Kadın ile ilgili film, roman ya da oyun eleştirisi yapmayacağım. Siyahlı Kadın’ın konusuyla ve insanın korkularıyla ilgili bir şeyler söylemek istiyorum.
Bundan sonra anlatacaklarım spoiler içerecektir. Sonra vay efendim sonunu söyledin demeyiniz. Yazıyı Siyahlı Kadın imgesinden yola çıkarak yazıyorum ancak olayları anlatmaya çok daha öncesinden başlayacağım, deniz kızından….
Ankara’ya gitmeden önceki hafta tez çalışmalarım yoğunlaşmıştı ve bu yoğunlaşan çalışmalar içinde daha az uyumaya ve daha çok çalışmaya başlamıştım. Bu süreçte hem masal anlatımlarım hem de başka araştırmalarım oluyordu. Bu dönem, hayatıma deniz kızı imgesi girdiği dönemdi. Daha öncesinden de deniz kızı ile ilgili hikâyeleri araştırmış, üzerine düşünmüştüm ancak bu kez durum biraz farklı oldu. Deniz kızı benim derinlerde sakladığım şeyi bulmaya çağırıyordu ve bu sefer biraz ısrarcıydı. Deniz kızı, su ve suyun altı ile ilgili imgelerimin güçlü olduğu bu zamanda, bir masal akşamımda dinleyicilerimden biri bana bir bardak hediye etti üzerinde “Düş Zamanı Masalcısı” yazıyordu ve bir de deniz kızı işlenmişti motif olarak. Bu beni çok duygulandırdı ve deniz kızının bana vermeye geldiği mesajı anlamaya niyet ettim.
Ankara’daki atölyemde 16 Şubat Cumartesi günü; hayaller, yaratıcılık ve duygularla ilgili konuşuyorduk. Atölyenin ilk günü yaratıcılık ve hayallere uzunca bir bölüm ayırıyorum. Hayal kurmayı unuttuğumuz, yaratıcılığımızdan korktuğumuz durumların farkına varmak, her birimizin bunları yaşadığını anlamak ve paylaşmak için. Paylaşım çemberinde katılımcılardan biri deniz kızları ile ilgili bir hikâye anlattı. Çok da eski olmayan bir zamanda Amasya’da deniz kızı görülmesi ile ilgili ve benim de aklıma Efe’nin Karaburun’da kayalıklarda deniz kızı görülmesi hikâyesi ile ilgili anlattıkları geldi. Sonrasında da atölyede çalışmak için iki kişinin Andersen’in Küçük Deniz Kızı masalını seçtiklerini öğrendik. Günün son çalışması da bir masal oluşturmaktı ve ben herkese birer kart dağıttım. Kartlarda doğadan unsurlar yer alıyor ve bana “Sis” kartı çıktı. Bugünlerde Avalon’un Sisleri serisini okuyorum onun da etkisiyle masala “Bir zamanlar sislerin ardına gizlenmiş bir ada varmış” diye başladım ve birlikte çok güzel bir masal oluşturduk. Siyahlı Kadın’ı izlemeye de o akşam gittim.
İlk defa korku tiyatrosu izledim. Geçtiğimiz günlerde korku masalları üzerine düşünmüşken böylesine bir örnekle karşılamak beni heyecanlandırdı ve korku masalları ile ilgili pek çok fikir uyandırdı. Romanın tiyatroya uyarlanması bence gayet başarılı olmuş. Efektlerle de korku unsuru yakalanmış ancak yine de seyirci daha da zorlanabilinirdi diye düşünüyorum.
Oyun “hikâyemi anlatmak istiyorum” diye başlıyor, bu hikâye anlatılmalı. Çünkü adam sürekli kabuslar görüyor, uyuyamıyor ve bunun çaresini de arkadaşlarına, dostlarına başına gelenleri anlatmakta buluyor. Bunun için de bir oyuncuya gidiyor ve kendisini çalıştırmasını istiyor. Sonuç olarak oyuncu ve adam iki kişilik bir oyun hazırlıyorlar.
Başlangıçtaki “hikâyemi anlatmam gerekiyor” kısmı beni hemen oyunun içine aldı çünkü masal anlatıcılığında da bahsettiğim ve kendi hayatımda olan durumla büyük bir benzerlik buldum. Masal akşamlarımı kendime sorduğum sorulara bulduğum yanıtlarla kurguluyorum ve her masal akşamı benim hayatımdaki bir durumun anlam arayışı oluyor. Bir çok kez de, masal anlatmaya kendi duygularımı ifade edemediğim için başladığımı söylemiştim. Benim için bir çığlık gibiydi yani oyundaki adamın “anlatmazsam kabuslar peşimi bırakmayacak” dediği gibi. Duyguların, yaşananların ifade edilmesi gerektiğini uzun zaman sonra anladım.
Adam başından geçenleri anlatmaya başlıyor. Burada oyunun nasıl ilerlediğini, adamın duygu ve düşünceleri değil de Siyahlı Kadın’ın duygu ve düşüncelerini anlatmak ve onun hikâyesinden bahsetmek istiyorum. Çünkü asıl “anlatamayan” Siyahlı Kadın. Hikâye, İngiltere’de sislerin ardında bir adada, Yılanbalığı Bataklığında geçiyor. Sisler her gün belirli saatlerde hafifliyor ve adaya ulaşım sağlanabiliyor. Burada da atölyede konuştuğumuz sisli ada imgesiyle yeniden karşılaşmak beni bir hayli şaşırttı.
Siyahlı Kadın, evlilik dışı bir ilişkiden hamile kalan bir kadın. Varlıklı bir ailesi var ancak bu olaydan sonra ailesi ve çevresi tarafından dışlanıyor. Çocuğunu doğurmak ve ona kendi başına bakmak istiyor. Ancak zaman geçtikçe tek başına çocuğuna bakmakta zorlanıyor. Bir ablası var Yılanbalığı Bataklığı’ndaki köşkünde yaşayan, çocuğunu istemeyerek ona evlatlık veriyor ama sonradan çok pişman oluyor. Ablasının yanında yaşıyor ama kesin bir kural olarak çocuğa gerçek annesi olduğunu söylemeyeceğine dair yemin ediyor. Bir gün çocuk, dadısıyla birlikte gezmeye gidiyor ve dönüşte aniden sis bastırıyor ve at arabası kaza geçiriyorlar, bataklığa saplanıyorlar. Arabadaki herkes ve atlar ölüyor. Siyahlı Kadın büyük bir kederle ablasına düşman oluyor, onları gezmeye gönderdiği için. Günden güne eriyor. Herkes ondan korkuyor ve bir gün kalbi durarak ölüyor. Sonra da hayalet olarak hem Yılanbalığı Bataklığı’ndaki köşkte hem de hemen dışındaki kasabada görülüyor ve her görüldüğünde de bir çocuk ölüyor.
Bizim adamımız da Siyahlı Kadın’ın ablasının avukatlık işlerini halleden büroda çalışırken vefat haberinden sonra köşke evrak toplamaya gidiyor. Siyahlı Kadın ona da görünüyor. Hayaletlere inanmadığı için başta ısrarla köşke gidiyor, sonra Siyahlı Kadın’ı görülüyor, hikayesini öğreniyor ve en sonunda da yıllar sonra çocuğu ve karısı, adamın Siyahlı Kadın’ı gördüğü bir günde ölüyor. Adam yıllarca bunun acısını yaşıyor.
Oyundan çıktıktan sonra nelerden korkarız diye düşünmeye başladım. Siyahlı Kadın’da insanı korkutan nedir. Bir kişinin onu gördüğünde bir çocuğun ölmesi. Sonra Siyahlı Kadın’ı düşündüm.Günümün konusu yaratıcılık ve hayaller olduğu için de Siyahlı Kadın’ı bu bakış açısıyla ele almak istedim. Bir oyuna, bir filme birden çok bakış açısıyla bakılabilir.
Siyahlı Kadın, toplum tarafından onaylanmayan bir şey yapmış ya da yaptığı şey toplum tarafından onaylanmamış. Bu ikisi farklı durumlar. İnsan bazen bir başkaldırı ve bir güvenle toplum tarafından onaylanmayan bir şey yapıp bir kuralı yıkmak ister. Bu bilinçli bir tercih olduğundan kişiyi çok fazla yaralamayabilir ve eylemlerine devam edebilir. Burada aşkla yapılmış bir şeyin kabul görmemesi var. Bu yarattığımız bir şey olabilir. Çizdiğimiz bir resim, yaptığımız bir beste, bir fikrimiz, bir ilişkimiz. Bunun sonucunda yargılanmak ve ondan vazgeçmek zorunda kalmak çok acı verir. Gerçekleştiremeyeceğimizi düşündüğümüz için hayalimizi bir başkasına devretmek. Bu bir fikrimizin çalınması da olabilir, senaryomuzun bir başkasının eline geçmesi, alamadığımız bir müzik aletinin bir başkası tarafından alınması ve çalınması. Bu kardeşler arasında da olabilir, arkadaşlar arasında da. Anne- baba ve çocuklar arasında da. Gerçekleştiremediğimiz bir hayalden vazgeçmek ve onu başkasının yaptığını görmek.
Bu noktada Siyahlı Kadın derin bir pişmanlık duyuyor ve orada saplanıp kalıyor. Ablasının evine yerleşmesi de bunun göstergesi. Hayatına devam etmiyor, başka alternatifler düşünmüyor, başka hayaller kurmuyor. Durumu anlayıp kabul edip aşamıyor ve orada ablasıyla kendi çocuğunun ilişkisinin arasında sıkışmış bir şekilde kalıyor. Sonunda da o trajik kaza oluyor. Atlarla birlikte çocuk bataklığa saplanıyor. Hayaline öylesine sıkı tutunmuş ki hayalin kendi başına kanatlanıp uçmasına izin veremiyor ve kendisinin olmayacaksa hiç kimsenin olmasın istiyor. Ama Siyahlı Kadın için iş burada da bitmiyor.
Kalbi durarak ölüyor ama kendi acısına öylesine sıkı tutunmuş ki kendisini yalnızca acısıyla var ediyor. Yıllarca gerçekleştiremediği hayali için bir başkasını suçlayan kişiler gibi. Hayatımızın bir noktasında tıkanıp kalmak sadece kendi açımızdan değil çevremizdekiler açısından da yıkıcı olabilir. Hayattan korkan bir ebeveynin çocuğu her adım attığında onun önünü tıkaması gibi. Bir başarısızlık yaşamış arkadaşımızın her girişimizde bizi vazgeçirmeye çalışması gibi.
Siyahlı Kadın sadece kendi hayallerini kaybetmiş olmakla kalmıyor, kasabadaki herkesin umutlarına ve hayallerine musallat oluyor. Siyahlı Kadın’ı kim görürse bir çocuk ölür. Bir hayal ölür, bir umut, bir potansiyel ölür. Kasabadakiler korku içinde yaşıyorlar ve Siyahlı Kadın’ı durdurmaya kimsenin gücü yetmiyor çünkü kimsenin aklına gelmiyor. Oyundan çıktıktan sonra da bunu sorguladım, neden kimse Siyahlı Kadın’ı yok etmeye çalışmadı?
Siyahlı Kadın’ı tek bir kişinin iç dünyası olarak ele alabileceğimiz gibi toplum olarak da ele alabiliriz. Bir kişi hayatının bir döneminde hayalini kaybetmişse, ki bu çok acı verici bir durumdur, orada saplanıp kalmak yapılacak en kolay ama en acı verici şeydir. Bundan sonra her iyi şeyi yok etmek ister. Hiç bir iyi haber almak istemez, bir işe başlamak istemez. Hayallerin yok edilmesi çok acıdır ve insan bu acıyı tekrar ve tekrar yaşamak istemez ama anlayamadığımız şey bunun üstesinden bir kere geldiğimizde artık hayata dair başka bir bakış açısına sahip olduğumuzdur. Bir kere hayalimiz kaybedip geri kazandığımızda bunun sadece bizimle ilgili olduğunu anlarız. Bundan sonra da bir başkasına hayalimizi devretmeyiz, hayalimize sahip çıkarız. Tabi ki aksilikler olur ama bir kere atlattık mı bir daha atlatacağımızı biliriz.
Toplum olarak ele almak çok daha karmaşık bir durum. Çevremizde Siyahlı Kadınlar varsa ve bizim hayallerimize musallat olmuşlarsa iki seçeceğimiz var. Ya onlara inanacağız ya da bizim üzerimizde etkileri olmadığını onlara hissettireceğiz. Anadolu Efsanelerinde de bebekleri kaçıran kadınların hikâyeleri vardır. En büyük korkularımızdan biri çocuklarımızın başına bir şey gelmesi, onlardan uzak olmak. Çocuklarımızı sadece gerçek anlamında değil yarattığımız, ürettiğimiz, bize umut veren her şey olarak ele alırsak en büyük korkumuzun onların elimizden alınması olması çok da şaşılası değil. Kalbimizi açarak, büyük bir sevgi ile ortaya koyduğumuz bir şeyin elimizden alınması ve sonra da onun yok edilmesi tarifsiz bir acı, Siyahlı Kadın’da da korkuyu getiren en büyük unsur da bu. Çünkü Siyahlı Kadın hiç bir şey yapmıyor. Onun varlığı ve yapabilecekleri korku unsurunu oluşturuyor.
Siyahlı Kadın’ı tercihleri için, hayalleri için, kadın oldukları için, gece dışarı çıktıkları için öldürülen kadınlar olarak da ele alabiliriz. Tüm kadın cinayetleri olarak da yorumlayabiliriz. Kadınların konumlandırıldığı yer, yapmak zorunda oldukları şeyler. Öyle çok Siyahlı Kadın var ki, kadın ya da erkek farketmeksizin. Hayalleri, istekleri ve kendi oldukları için öldürülen. Ruhları yok edilen. Aramızda birer hayalet gibi dolaşan. Onları her gördüğümüzde, haberlerini her duyduğumuzda biz de bir çocuğun ölmesine tanık oluyoruz. Siyahlı Kadınları gerçekten gördüğümüzde, onların yüzlerine, acılarına cesurca bakmayı seçtiğimizde bizim üzerimizde etkileri kalmayacak belki de. Bu geleneği devam ettirmeyeceğiz. Bu bir kısır döngü, korktukça daha da çoğalan. Bizi böylesine zorlayan şey belki de sislerin arasındaki dünyada sadece kötülüklerin olduğuna inandırılışımız, göremediğimiz şeylerin sadece korkutucu şeyler olduğunu sanmamız. İçimize dönmekten ve orada kendi benliğimizle tanışmaktan ve onun her şeyi yapabilecek güce ve güzelliğe sahip olduğunu bilmekten duyduğumuz korku. Deniz kızlarından da bu yüzden korkulur, sesleriyle denizcileri büyüledikleri söylenir. Ona kapılan bir denizcinin kaybolduğunu. Nereye gittiğini bilmeyiz, derinlere gittiğini biliriz sadece. Siyahlı Kadın bizi bataklığa saplar, deniz kızı derinlere ve duygularımızın kaynağına götürür.
Benim hayatım da bu ara sisli, sisler daha sonra da peşimi bırakmadı, Ankara’dan İstanbul’a gittiğimde iki gün boyunca sislerin arasında kaldım. Sisler, deniz kızları, Siyahlı Kadın üzerine düşünmeye devam ediyorum hala. Sisin içinde durduğumda görüşüm azalıyor ama sezgilerim artıyor. Sisin içinde korku ile ilerlersem bataklığa saplanıp umutlarımı kaybedebilirim ya da deniz kızlarının büyülü şarkılarının peşinden ilerlemeyi seçip denizin derinliklerinde duygularımla yüzleşebilirim. Korku öğrenilen bir şeyse cesaret de öğrenilebilir. Her birimiz hayal kurmaya devam edersek ve hayallerimizi yaşama cesareti gösterirsek Siyahlı Kadınların ruhu huzur bulur diye düşünüyorum, geçmişin hayaletlerini serbest bırakırsak geleceğimize sahip çıkabileceğimize inanıyorum.
Var olmak ister insan hayatı acı ile beslenmişse yok oluşu zanneder huzuru...
YanıtlaSil